KUR’ÂN’IN TARİHİ
Kur’an-ı Kerîm biz Müslümanların kutsal kitabıdır. Bir mü’min için Kur’ân-ı Kerim olmazsa olmazdır. Biz kutsal kitabımız sayesinde dünya ve ahirette huzur ve mutluluğu yakalarız. Hatta Allah Teala’nın, Kur’ân’a iman edip Kur’ân’la amel eden toplulukları yüksek seviyeye çıkartacağına iman ederiz. Ki bu Kur’ân’da Allah’ın mü’minlere vaadidir.

Bir mü’min topluluk; bireysel, ailevi, ekonomik, sosyal vb. gibi hayatının farklı alanlarında Kur’ân’ın ihtiva ettiği emir ve tavsiyeleri uyguladığı zaman, Allah’ın izniyle felah bulacaktır.

Son 150-200 yıllık tarihimize baktığımızda İslam dünyasının içinde bulunduğu problemleri, ilim erbabı, edebiyat, fikir, siyaset önderleri Kur’ân’ı referans alarak çözmeye çalışmışlar. AlimlerimizKur’ân’ı daha anlaşılır hale getirmek için binlerce ciltlik ilim mirası bırakmışlar. Hala da biz Müslümanlar, günümüzde içinde bulunduğumuz zihinsel, fikirsel, sosyolojik, ahlaki karmaşıklık ve sıkıntıları gidermek için istenildiği düzeyde olmasa da Kur’ân’a başvuruyoruz.

Hepimiz ailemizden, hocalarımızdan, öğretmenlerimizden, medyadan ya da eğitim kurumlarımızdan mutlaka Kur’ân’a dair bir şeyler duyduk ya da okuduk. Bunlar emirler, yasaklar, tavsiyeler, öğütler, peygamberlerin ve geçmiş toplulukların başına gelen olaylar, vs. konular olabilir. Genelde bunlar Kur’ân’ın içeriği ile ilgili bilgilerdir.

Peki 1400 yıl önce nazil olmuş, günümüze kadar gelen, bu kadar önem ve değer atfettiğimiz, kutsal kabul edip toplumsal beklentilerimizi yüksek tuttuğumuz, ezberlenmesi ve okunmasında hassas davrandığımız, Kur’ân’ı anlama çabasını gerçekleştirirken onlarca farklı bakış açısı ve yorumların çıktığı Kitabımızın teknik özelliklerini ve tarihini hiç merak ettik mi? Kur’ân’ın teknik özellikleri ve tarihi derken, Kur’ân nasıl ve hangi iletişim kanallarıyla bize ulaştı? Nasıl toplanıp çoğaltıldı? Nasıl ve neden hareke ve noktalama çalışmalarına girildi? Kur’ân’dan doğan ilimler nelerdir gibi soruların cevaplarını kastediyorum. Şuan okuduğumuz Kur’ân’ı Kerîm’in bize hangi tarihi süreçlerden geçerek geldiğini bazı kaynaklardan faydalanarak izah etmeye çalışalım inşallah.

Toplumun inanç ve ahlaki durumlarını düzeltmek amacıyla gönderilen vahiy, fısıltı, gizli konuşma, elçi gönderme, seslenme anlamına gelir. Terim anlamı ise Allah Teala’nın yarattıklarıyla arasında gizli yollarla iletişim kurması, mesajını peygamberler aracılığıyla duyurması anlamına gelir. Vahiy son derece hızlı gerçekleşir. Tek yönlüdür ve peygamberler alır. Vahiy bazen kalbe doğrudan gelir, bazen melek aracılığıyla.

Vahiy geldiği zaman peygamberimiz vahiy katiplerine ayetleri yazdırır, onlara ezberletip mü’minlere iletmelerini isterdi. Sayıları kırkı bulan vahiy katipleri daha sonra yazılan ayetleri peygamberimize kontrol ettirirlerdi. Gelen ayetlerin Kur’ân-ı Kerîm’in neresine konulacağını peygamberimiz onlara söylerdi.

Yazılı kültürün gelişmediği ve sözlü kültürün hakim olduğu o dönemde ayetleri ezberlemek en pratik ve güvenilir bir yoldu. Vahiy yoluyla gelen ayetler hurma dalları, hayvan kürek kemikleri, işlenmiş deri, yassı taş ve tahta parçaları gibi malzemelere yazılıyordu. Çok az da olsa “kırtaş” denilen parşömenler de vardı. Ayrıca peygamberimizin Cebrail’e her ramazan ayında o güne kadar gelen ayetleri okumasına da mukabele denir.

Hz. Peygamber zamanında ayetler yazılıp ezberlenmişti. Fakat bu yazılan ayetler toplu halde sayfaların bulunduğu bir kitap halinde değildi. Peygamberimiz vefat ettikten sonra vahiy kesilmişti. Malzemelerin eskiyip kaybolma riski de vardı. Nitekim peygamberimizden sonra mü’minlerin lideri olan Hz. Ebubekir zamanında, 633 yılında Yemame savaşında çok sayıda hafızın şehit düşmesi mü’minleri tedirgin etmiş, Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’ân’ın toplanıp bir kitap haline getirilmesi kararlaştırılmıştı. Zeyd bin Sabit’in önderliğinde hafız bir komisyon kurulup yazılı ayetler hafızlar ve şahitler eşliğinde toplanıp bir kitap haline getirilmiştir. Bu toplanan kitap mü’minlerin lideri Ebubekir’e teslim edilmiştir. Daha sonra bu Mushaf Hz. Ömer’e teslim edilip Hz. Ömer’den de hem Ömer’in kızı hem de peygamberimizin eşi Hz. Hafsa’ya intikal etmiştir.

İslam devletinin sınırları Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında iyice genişlemişti. Yeni fethedilen yerlerde Kur’ân’ı iyi bilen sahabilerden yararlanılıyordu. Bu hafız sahabiler oralarda Kur’ân’ı ve dini öğretiriyordu. Bu Kur’ân öğretim faaliyeti ezbere dayalı bir sistemdi. Bu durum bazı zorlukları ve farklılıkları beraberinde getiriyordu. Zamanla bu farklı anlaşılmalar derin ihtilaf ve tartışmalara yol açıyordu. 646 yılında Hz. Osman döneminde Ermenistan seferine katılan ashab arasındaki okuyuş farkını ve ihtilafı fark eden Huzeyfe b. YemanKur’ân’ın çoğaltılmasını teklif etti.

Yine Zeyd bin Sabit’in başkanlığında Medine’de Hz. Hafsa’nın elinde bulunan tek mushafın çoğaltılma kararı alındı. Eğer mü’minler kıraat hususunda ihtilafa düşecek olurlarsa Kureyş lehçesini esas almaları emredildi. Böylelikle yedi adet Kur’ân nüshası oluşturularak çoğaltıldı. Bunlar Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Bahreyn ve Yemen’e gönderildi. Bir tanesi de Medine’de kaldı. Hz. Osman, Müslümanların elinde parça halinde yazılı bulunan Kur’ân sayfalarını Müslümanlar arasında ihtilaf oluşturmaması için imha ettirmiştir.

Hz. Osman zamanında çoğaltılan Mushaflarda bugünkü okuduğumuz şeklinde, harflerin üzerinde harekeler ve bazı harfleri ayırt etmek için konulmuş noktalama işaretleri yoktu. O günkü sahabe Kur’ân’ı Hz. Peygamberden duyup ezberlediği için bu durum herhangi bir problem teşkil etmiyordu. Fakat fetihler artıp İslam toprakları genişleyince yeni Müslüman olan, Arap olmayan, ana dili Arapça olmayan milletler noktasız ve harekesiz olan bu harfleri yerli yerince tam olarak anlayamıyordu. Bu durum da yanlış anlaşılmalara sebep olduğu için yeni problemlerin ortaya çıkmasını tetikliyordu.

Daha sonra sırasıyla süreç içerisinde ilk olarak Irak valisi Ziyad bin Sümeyye’nin emriyle Ebu’lEsvedDüeliKur’ân’a nokta şeklinde hareke koymuş, Yahya bin Yamer ve Nasır bin Asım Kur’ân’a harflerin üzerine noktalama işaretleri koymuş, Halil bin Ahmed de son olarak hareke ve noktalama işaretlerine şeklini vermiştir.

Noktalama ve harekeleme işlemlerinden sonra “secavend” adı verilen durak işaretleri ortaya kondu. Durak işaretleri sayesinde muhtemel anlam karışıklığı da böylelikle önlenmiş oldu. Muhammed bin Tayfur Secavend isimli alim günümüzde kullanılan duraklama işaretlerini “Vakf ve İbtida” adlı eserinde ortaya koymuştur.

Kur’ân’ı Kerîm’in en bilinen ismi “Kur’ân”dır. Kur’ân, çok okunan anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Kur’ân kelimesi gibi daha birçok ismi vardır. Kitab: Yazılmış, kalemle yazılan, Hüda: Doğru yolu gösteren, Beyan: Her şeyi açıklayan, Ruh: Kalpleri dirilten, Furkan: Hakkı, batılı ayıran… bunlardan bazılarıdır.

Her Müslümanın en azından namazda okuyacak kadar Kur’ân’ın bir bölümünü düzgün bir şekilde öğrenmesi gerekir. Bu düzgün okuma meselesini de tecvid ilmi sayesinde çözüyoruz. Tecvid, bir şeyi güzel okumak, süslemek anlamına gelir. Kur’ân’ı okurken harflerin mahreç ve sıfatlarına dikkat etmek, durak ve geçiş gibi tilavet kurallarına riayet etmek tecvidli okuyuştur. Alimlerimiztecvid ilmini “Kur’ân’ıtertil üzerine oku” (Müzzemmil, 4), “Biz Kur’ân’ıtertil üzerine okuduk” (Furkan, 32) ayetlerine dayandırmışlardır. Ayrıca peygamberimizin okuyuşu da tertil üzere bir okuyuştur.

Sureleri oluşturan bir ya da birkaç kelime ve cümlelerden oluşan bölümlere ayet denir. Birçok surenin ayetleri farklı zamanlarda parça parça inmiştir. Bu ayetler bizzat peygamberimizin göstermiş olduğu surelere yerleştirilmiştir. Bunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Ayetlerin sayısı da ihtilaflıdır. Bu da surelerin başındaki besmelenin ve huruf-i mukattaların müstakil bir ayet sayılıp sayılamayacağı konusundaki farklı görüşlerden kaynaklanmaktadır.

Ayetlerin oluşturduğu ve başı sonu belli olan müstakil Kur’ân parçalarına sure denir. Kur’ân’da 114 sure vardır, en uzunu Bakara suresidir. Surelerin bir bölümü Mekke’de bir bölümü Medine’de indirilmiştir. Mekke’de inen sureler genellikle tevhid akidesi, ahlak içeren, geçmiş milletlerin hikayelerini anlatan özelliklere sahiptir. Medine’de inen surelere baktığımız zaman da Ehl-i kitab ve hüküm ayetlerini, ibadet ve muamelata ilişkin ayetleri görebiliyoruz. Ayrıca Fatiha’dan başlayıp Nas suresinde biten Kur’ân-ı Kerîm nüzul sırasına göre düzenlenmemiştir.

Kur’ân-ı Kerîm bereket yüklü bir kitaptır. Alimlerimiz Kur’ân’ın anlaşılması için ciddi çabalar sarfetmişlerdir. Böyle bir çabanın ürünü olarak da Kur’ân-ı Kerîm bağrından çok farklı ilim dallarını çıkarmıştır.

Sebeb-i Nüzul: Kur’ân’ın bir ya da birkaç ayetinin inmesine sebep olan durum ya da soruyu ifade eder. Tabi bütün ayetleri belli bir sebebe bağlamak doğru olmayabilir. Birçok ayet de insanları muhtaç olduklar hususlarda bilgilendirmek, eğitmek, yönlendirmek, uyarmak maksadıyla nazil olmuştur. Her ne kadar ayetlerin nüzul sebepleri özel olsa da bunların hükümlerinin genel olduğunu da unutmamak gerekir.

Garibul Kur’ân: Zaman içinde bütün diller birbirinden kelime almıştır. Alınan bu yabancı kelimeler o dilin potasında zamanla eriyerek kelime hazinesine katılmıştır. Arap dili de farklı dillerden kendisine kelime katmıştır. Kur’ân’da indirildiği dönemin günlük konuşma dilinde bu Arapçalaşmış kelimeler mevcuttur. İşte bu ilim dalı da Kur’ân’da farklı dil ve lehçelere ait kelimelerin anlamını analiz etmek için geliştirilmiştir.

Müşkil-ül Kur’ân: Bazı ayet ve kelimelerin anlaşılma güçlüğünü ortadan kaldırmak, ihtilaflıymış gibi görünen ayetleri açıklamak, anlama zorluğunu ve hangi anlamın tercih edileceği tam belirgin olmayan lafızların anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla geliştirilmiş bir ilim dalıdır.

Mücmel Mübeyyen: bir açıklayıcı tarafından açıklanmadıkça manası anlaşılmayan kapalı lafızlara mücmel denir. Kapalılığı gideren lafız ya da uygulamaya mübeyyen denir. Mesela zekatı Kur’ân emreder. Sünnetteki uygulamaya bakarak zekatın nasıl verileceğini açıklarız.

Mübhemler: Kur’ân’ın anlatım tarzlarından biri de az söze manalar yüklenmesi, kişi ve eşya teferruatına girmeden öncelikle mesaja odaklanmasıdır. Kur’ân’da yer, zaman, kişi, eşya isimlerini açıkça zikretmeksizin ismi mevsul, zamir, işaret ya da üstü kapalı ifade edilir. Böyle durumlarda kimi ve neyi kastettiği anlaşılmayabilir. Bu anlaşılmazlığı gidermek için bazı tarihi ve ilmi verilerden yararlanılır.

Vücuh ve Nezair: Vücuh eş sesli demektir. Kur’ân’da aynı kelimenin değişik ayetlerde farklı anlamda kullanılmasıdır. Nezair ise eş anlamlı kelimeler için kullanılan bir kavramdır. Diğer bir ifadeyle farklı kelimelerle aynı mananın kastedilmesidir.

Şuana kadar Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili kısaca izah etmeye çalıştığımız ilimler bu küçük makaleye sığmayacak kadar geniştir. Bunun yanında Kur’ân’ın faziletleri, Kur’ân’ın icazı, Kur’ân’ın üslubu, Kur’ân’daki hitaplar, meseller, kıssalar, yeminler, tefsir ilmi ve çeşitleri gibi dev bir birikim ve literatür mevcuttur. Her an anlam üreten, bitmez tükenmez Kur’ân kaynakları ve ilimleri biz Müslümanlar tarafından okunmayı beklemektedir. Genel bir bilgi edinmek isteyen dostlarımıza da İsmail Cerrahoğlu’nun Tefsir Usulü, Muhsin Demirci’nin Kur’ân Tarihi kitabı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınlamış olduğu İslâm Ansiklopedisi içindeki Kur’ân’la ilgili kavramları tavsiye ederim.

Kehf Suresi 109.Ayet:

De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa da onlara bir o kadarını daha katsak, Rabbimiz sözleri bitmeden önce denizler tükenirdi.

Ya Rabbi!

Zihinsel, fikirsel, ahlaki savrulmalar yaşadığımız şu zaman diliminde Furkan (hakkı batıldan ayıran), nur (apaçık aydınlatan), hüda (doğru yolu gösteren), rahmet (tüm insanlığa rahmet, merhametli) olan kitabınla bizlere razı olduğun yolu göster.

Şifa kaynağı kitabını anlamayı, yaşamayı, anlatmayı ve yeryüzüne hakim kılmayı bizlere nasip eyle. Amin.

Vesselam.